İnce, gri bir mont, montla uyum sağlamış spor ayakkabılar, elimde bir demet yazı, içimde garip bir hissizlik ve ben… Fetih 1453 filmini izlememin üzerinden çok kısa bir süre geçtiği bir vakit, önemli bir ödül töreni münasebetiyle İstanbul’a uçuyorum. Ciğerlerimde İzmir nefesleri…
Uçağı çok hızlı kullanıyor pilot. Sabahın erken saatlerinde İstanbul semalarındayım. Atatürk Havalimanı, Zeytinburnu Metro İstasyonu, Çemberlitaş Tramvay Durağı, soğuk hava, iyi iş yapan simit sarayı, iyi iş yapan simit sarayının otomatik cam kapısının açılma anlarında içeriye süzülen keskin soğuk, peynirli börek, duble ılık çay… Biraz sonra tarihi Kapalıçarşı’nın hemen önündeyim. Şöyle bir geziniyorum. Tören saat 14.00’te. Gezmek için epey vaktim var. Ve burası sadece simit saraylarının değil, Türk tarihinin en heybetli saraylarının, türbelerin, ihtişamlı camilerinin ve bilumum gezilesi mekânın yuvası.
Sultanahmet Camisi’ne gidiyorum önce. Otobüslerle bir yığın turist gelmiş. Turistlerin önünde, ellerinde bayrak veya flamaları olduğu hâlde bıkkın bir görüntüyle ilerleyen rehberleri var. Mekanikleşmişler adeta. “Burada şu var, şurada bu var, şuraya böyle gidin, şunu yapın, gülüşün, hayret edin…”
“Girişler sağ taraftan.” Çok net ve anlaşılır bir tümce. Türkçe. Üç kelime. “Girişlerin sol taraftan değil, sağ taraftan yapılması” gerektiğine işaret eden söz grubu. Peki insanlar neden sağdan girip soldan çıkacakları yerde, boş buldukları yerden girip boş buldukları yerden çıkıyorlar?
Tramvay yolunu takip ederek İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne geliyorum. Müzeyi gezmek istediğimi söylüyorum. Görevli, kimliğimi görmek istiyor. Bir işe yarar fikriyle nüfus cüzdanımı değil öğretmen kimliğimi uzatıyorum. Nitekim bir işe yarıyor. Sadece on lira vererek “Müzekart” sahibi oluyorum. Artık sadece birkaç yer dışında Türkiye’deki bütün tarihi eserleri, müzeleri, ören yerlerini görmek ücretsiz.
Müzenin hemen önündeki heykelin fotoğrafını çekiyorum. Sonra müzeye giriyorum. Lahitler, mezartaşları, heykeller, eski zamanlardan, çok eski zamanlardan, çok çok eski zamanlardan kalma süslemeler, yontulmuş, anlamlar yüklenmiş biçimli taşlar… Mumya…
İkinci kat günümüze daha yakın. Çanak çömlekler, silahlar, takılar, taşlar üzerine kazınmış mektuplar, antlaşmalar, dev kazanlar…
Üçüncü kattayım. Anadolu’ya yakın memleketlerde bulunan tarihi eserler… Suriye’de, Kıbrıs’ta, İran’da…
Çinili Köşk’e geçiyorum sonra. Harikulade çiniler… İnsanın bakmaya kıyamadığı, her noktasında derin anlamlar barındıran, usta elinden çıkmış usta motifler… Dışarı çıkıp bir sonraki müzeye gitmek isterken kalabalık bir öğrenci grubuyla karşılaşıyorum. Onların müzeye girmelerini beklerken dikkatsizlik ettiğimi fark ediyorum: Neden bekliyorum, hemen karşımda başka bir merdiven var. Oraya yöneliyorum.
Sanayi Nefise Mektebi’ndeyim. Eski Güzel Sanatlar Fakültesi yani. Türk tarihinin eşsiz zenginliğinden burası da nasibini oldukça almış. Kadeş Anlaşması’nın metni burada. Taş tablet üzerine kazınmış. Biraz yoruldum ama burayı gezdiğime değdi doğrusu.
Hafiften kar atıştırmaya başlıyor. Arkeoloji Müzesi’nden Topkapı Sarayı’na uzanan yokuşu zevkle tırmanıyorum. Yüzyıllık çınar ağaçlarının değişik açılardan fotoğraflarını çekiyorum. Girişe doğru ilerliyor, henüz aldığım “müzekartımı” gösterip Topkapı Sarayı’nın eşsiz atmosferine karışıyorum.
Sarayın minyatürü ile karşılaşıyorum. Burayı incelerek neyin nerede olduğunu anlıyor, tarih yolculuğunuzu anlamlı kılmak için tutarlı bir plan yapıyorsunuz.
İlerliyorum.
Padişahların seyahatlerinde kullandıkları özel araçlar: süslü, desenli, binbir figürle bezenmiş at arabaları. Bu araçlar son derece ilgimi çekiyor. Ancak aradaki kalın cam tabakası yansıma yaptığı için arabaları tam manasıyla inceleme fırsatı bulamıyorum.
Şimdi padişahların, şehzadelerin elbiselerinin bulunduğu yerdeyim. Kaftanlar, tılsımlı gömlekler, tören giysileri, askeri kıyafetler… Özellikle kaftan ve tören kıyafetleri büyüklükleri ile dikkat çekiyor. Bunun bir anlamı olduğunu tahmin edebiliyorum.
Hazineye ait eşyaların bulunduğu bölüm… Paha biçilemeyen değerli taşlar, tahtlar, altınlar, gümüşler… Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtişamını gözler önüne seriyor.
Saatime bakıyorum: 12.55. Törene yaklaşık bir saat kalmış. Ve tören alanına gitmek için uzun bir mesafe var. Henüz gezmediğim yerleri hızla dolaşıyorum. Arkadaşlara çeşitli hediyeler alıp Topkapı’ya veda ediyorum.
Hava güneşli. Ancak bir taraftan ince ince kar dökülüyor. Muhteşem bir şey.
Kırk dakika sonra tören alanında, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’ne bağlı faaliyet gösteren Basın Müzesi’ndeyim. Birinci kata yönlendiriliyorum.
Yetkili biri karşılıyor beni. Birkaç dakika sohbet ediyorum onunla. İçinde bulunduğumuz müzede ilginç eserler sergilendiğini, arzu edersem gezebileceğimi söylüyor. Öyle yapıyorum. Osmanlı’nın son dönemlerinden günümüz Türkiye’sine gelinceye dek basın dünyasında yer edinmiş, edebiyatımıza renk katmış, şimdi aramızda olmayan mümtaz şahsiyetlerin fotoğrafları, müzenin duvarlarını boydan boya süslüyor. Ahmet Mithat’tan Namık Kemal’e, Agâh Efendi’den Reşat Nuri’ye, Abdi İpekçi’den Nazım Hikmet’e kadar onlarca şair, yazar, gazeteci…
Suikast sonucu yaşamını yitiren isimler için ayrı bir bölüm oluşturulmuş. O bölüme geçince hüzünleniyorum. Boğazım düğümleniyor. İnsanların fikirleri yüzenden katledilmelerini anlayamıyorum. Doğmuş, büyümüş, annesini güldürmüş, ailesine zahmet vermiş, iş tutmuş, ekmeğini kazanmış, iğneyle kuyu kazar gibi çalışmış, gerçeklerin üzerine kalın ve simsiyah perde çekmek isteyenlere karşı amansız bir mücadele vermiş, çay içmiş, soğukta yürümüş, sevmiş, sevilmiş, ama en çok ülkesini sevmiş… ve… Ve günün birinde sokak ortasında katledilmiş.
“HÜRRİYET GAZETESİ YAZARI ÇETİN EMEÇ’İN SÜİKASTA UĞRADIĞINDA KIRILAN GÖZLÜĞÜ VE TEK KALAN KOL DÜĞMESİ”. Çetin Emeç’in eşyalarının sergilendiği cam bölmede, gözlük ve kol düğmesinin hemen altındaki açıklama aynen böyle. Gözlüğün sağ camı yok. Ve yine sağ çerçeve kırılmış. Bu görüntü her şeyi anlatıyor, fazla söze gerek yok.
“…Sensizliğimden nefret ettiğimi var gücümle haykırmak istiyorum…” Mehveş Emeç babasının ölüm yıldönümlerinden birinde ona yazdığı mektupta böyle söylüyor…
…
Tören için anons yapılıyor. Daha önce eşyalarımı bırakmış olduğum sandalyeye geçiyorum.
ESKADER Başkanı Mehmet Nuri Yardım -biraz önce söylediğim, yetkili biri beni karşıladı, cümlesindeki yetkili birinin ta kendisi- açış konuşmasını yapıyor. Türk Edebiyat Vakfı Başkanı, İstanbul Erkek Lisesi Müdürü, İstanbul İl Millî Eğitim Müdür Yardımcılarından biri, çok sayıda yazar, gazeteci ve yarışmada derece almış isimler ve seyirciler salonu doldurmuş vaziyette. Herkes en son yazdığı denemeden, üzerinde çalıştığı romandan, derece aldığı eserden bahsediyor. Edebî mülahazalar, Basın Müzesi’nin tecrübeli duvarlarına çarpa çarpa zihinlerimizi süslüyor.
Bir şey dikkatimi çekiyor: Tören için müzeyi teşrif eden gazeteci ve yazarlar, kendilerinden sonra gelen yazarlara oturdukları sandalyeyi verme çabasındalar. “Senin gibi değerli biri buradayken benim ön sıralarda oturmam doğru değil, ısrar ediyorum, lütfen buyurun!” der gibiler. Harika bir nezaket timsali. Uzun zamandır tanık olmadığım sahneleri gıpta ile karşılıyorum.
Birkaç konuşmayı takiben yarışmada dereceye girenlere ödülleri takdim ediliyor. Çeşitli fotoğraflar çekiliyor. Tören sonrası küçük bir kokteyl gerçekleşiyor. Bir süre sonra müzeden ayrılıyorum.
Yerebatan Sarnıcı’na gidiyorum. İnsana değişik duygular yaşatan karanlık örtü, sütunların yanı başlarına iliştirilmiş lambalarla delik deşik oluyor. “Gözyaşı Sütunu” epey ilgi çekiyor. İnsanlar gözlerini bir noktaya sabitleyerek dilek tutuyor, madeni parayı başparmağıyla iterek sarnıcın sularına bırakıyor, umutlanıyor.
“Medusa” adı verilen, sütunlara ters eklenmiş heykel başları sarnıcın en kalabalık bölümlerinden. Hemen oradaki bir gölcükte çok sayıda balık görüyorum. Hepsi de epey büyük. Balıklar da tarihî bir eser gibi geliyor bana!
Çıkışa doğru ilerlerken bir genç “Afedersiniz, rica etsem bir fotoğrafımızı çekebilir misiniz?” diyor. “Elbette” diyorum. Kız arkadaşıyla birlikte biraz ilerleyerek karşımda duruyorlar. Fotoğraflarını çekiyorum. Bir zamanlar tarihe yön veren gelişmelerin yaşandığı yer, şimdi hatıra fotoğraflarının vazgeçilmez mekânı…
Daha önce kısıtlı bir zamanda gördüğüm Ayasofya’yı gezmek istiyorum. Ancak kapıları kapanmış. Ziyaretçi kabul saati geçmiş. Ben de dışarıdan Ayasofya’nın fotoğraflarını çekiyorum.
Tarih yolculuğum böylelikle sona erdi. Şimdi Taksim’e geçme zamanı. Orada, vatani görevimi yaparken tanıştığım bir arkadaşımla buluşacağım… Çok sevdiğim dostum Onur.
Onur, Taksim’e otobüsle geçebileceğimi söylemişti. Ancak ben yine tramvayı kullanarak gitmeyi tercih ediyorum. Kabataş’tan finikülere binerek Taksim’e varıyorum. Meşhur Taksim Meydanı’ndayım. Heykelin önünde buluşuyoruz Onur’la. Hava çok soğuk. Hemen kapalı bir mekâna gidelim, diyorum. Sohbet ederek ilerliyoruz. Ara sokaklardan birinde daha önce sıkça uğradığı bir kafeye götürüyor beni.
Güzel bir mekân. Adı da güzel: Kumbara Kafe. Masalardaki camın altında “Burada para değil dostluk biriktirilir.” yazıyor. Ve daha pek çok güzel şey. Usta bir kalemden çıktığı belli.
Menü geliyor. Aslında çok fazla aç değilim. Gezerken zaman zaman bir şeyler yiyip içmiştim. Ancak Onur’un ısrarına karşı gelmeyi göze alamıyorum. Sipariş veriyorum.
Yemeklerimizi bitirdikten sonra çayımızı kahvemizi içip dönüş için hazırlanıyorum. Onur beni Aksaray Metro İstasyonu’na bırakıyor. Böylelikle aktarma yapmadan direkt havalimanına gidiyorum.
Uçağı kaçırma telaşıyla çok hızlı ilerliyorum. Metro istasyonu ve havalimanındaki giden yolcu bölümü arası oldukça uzak. Yolcu alımı çoktan başlamıştır. Adeta koşuyorum. Ve yetişiyorum. Yolcuları uçağa götüren otobüsteyim. Biraz sonra otobüs uçağa varıyor. Uçağa geçiyorum. İstanbul’a gelirken olduğu üzere buradan ayrılırken yine cam kenarı koltukta oturuyorum. Ayaklarım zonkluyor. Yorgunum. Uykum var. Gözlerimi kapıyorum.
“Sayın yolcularımız, Adnan Menderes Havaalanı’na iniş için alçalıyoruz. Lütfen kemerlerinizi bağlayınız, koltuklarını dik konuma getiriniz.”
İzmir’deyim.
…
Bir günlük İstanbul kaçamağı bana çok iyi geldi. Kısa süreliğine de olsa tarihimizden soluklanmak, mutluluk verici bir törene iştirak etmek, yeni insanlar tanımak, İstanbul’u tanımak, Taksim kalabalığını yakından görmek, İstanbul’un ara sokaklarından birinde “para değil dostluk biriktirildiğini” öğrenmek sanırım, son zamanlarda yaptığım en iyi şey.
Dilerim tadı damağımda kalmış bu lezzeti, tekrar ve en kısa zamanda ve bu kez doyasıya yaşamaya fırsat bulurum!
Görsel: Burak Kebapci adlı kişinin Pexels‘daki fotoğrafı